Hashtag her ne kadar bir yerden sonra “Adanalıyık Allah’ın adamıyık!” tadında bir “-Nasılsınız? -Dijitalik!” havası taşısa da DijitalİK, (DigitalHR in Eng.) yıllardır düzenlenen ve fakat benim ilk kez ajandaya uydurup katılma fırsatı bulduğum, İnsan Kaynakları’nın dijitalleşmesinin boyutlarının konuşulduğu bilgi, keyif, dans, sohbet, şakalar komiklikler ve tecrübe dolu 1 günlük bir konferans.
Konferansı düzenleyen isim Fatoş Karahasan, ki kendisini gazete, dergi ve TV’lerden, biraz da twitter’dan tanıyor olmalısınız. İlk kez yüz yüze tanışma fırsatı bulduğum, sabahın ilk dakikalarında yanımıza gelip bizlerle sohbet etmesinin yanısıra sahneden her fırsatta “İK Blogger’ları da aramızda zaten” gibi cümle içinde bahsederek onöre etmiş olmasaydı da yine canayakınlığı, samimi ve zarif tavırları ile gönlümüzü fethedecek olan bir isim.
Elbette yediğimiz içtiğimiz bizim olup, görüp duyduklarımızı anlatmak üzere hazırız. (Mülakatta Nihat Doğan gibi kendisinden “biz” diye bahseden adaya “Ekip olarak mı yoksa bireysel mi siz yani?” gibi saçmasapan sorular sormak zorunda kalan bir garip işe alımcıyım en nihayetinde.)
Her konferansta olduğu gibi Y jenerasyonunu bol bol konuştuk, ME Generation dedik, “hep ben hep ben” diyorlar dedik, yetmedi, TEVİTÖL öğrencisi bir liseli genç çıktı bize kendilerini anlattı, ki bence kendisi şahane bir Z idi. Halil Utku Ünlü isimli bu genç arkadaşımız yaptıklarını anlatınca “İşte” dedim, “İşte beklediğimiz gençlik bu, evden okula, okuldan dersaneye gitmek için değil, var olmak, hayata dokunmak, gerçekten üretmek için çabalayan bir genç!” Liseli deyip geçmeyin, okulunun robotik kulübünde aktif olarak çalışan, kendisini gelip yaş ortalaması 33 falan olan bir yerde sahneye çıkıp gayet akıcı bir sunum yapacak kadar geliştiren bir liseli.
Şirketlerden bol bol sosyal medyalı dijitalli örnekler de gördük elbette.
Örneğin Vodafone, stajyerlerine bol bol fotoğraf çekip paylaşabilecekleri aktiviteler yaptırıyor. Yemek yapma aktivitesinden outdoor faaliyetlere kadar, gençlerin Instagram’da “cool” görünecekleri anlar yaşatıyorlar. Vodafone Londra merkezinde bir “Wall of Fame” varmış ve tüm dünyadan “Vodafone way of heroes” dedikleri ilkeleri benimseyip yaşatan çalışanlarının fotoğrafları o duvarı süslüyormuş. Bakın yine Instagram’da hoş duracak bir çalışma.
TEB İK Direktörü Nilsen Altuntaş, “Tango iki kişiyle yapılır” başlıklı konuşmasında, “let’s earn together” diyen ve “what’s in it for me?” diye soran Y kuşağından bahsetti. Bu yüzden İnsan Kaynakları’nda bir işe alımcı olarak “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sorduklarında “Aday arıyorum, özgeçmiş inceliyorum, mülakat yapıyorum” değil, “Ben kurumu geleceğe taşıyacak ekip üyelerini bulup süreçlere dahil ediyorum” dememiz gerektiğini not ettik, çünkü büyük resme baktığımızda olan şey bu. 😉
PepsiCo Türkiye İK Direktörü Katey Howard, organizasyonlarda diyalog yaratma olayını fil ile sinek hikayesine benzetti. Hikayede fil, büyük ve hantal kurumlara, sineği ise esnek hareket etmek isteyen bireylere benzetti. Diyalog da bu iki taraf arasında olması gereken bilgi alışverişini temsil ediyor. CEO’dan arada bir gelen emailler de bir iletişim yöntemi olsa da tek taraflı bir iletişim. Sen kalkıp da CEO’ya cevap yazmadıktan sonra veya bir epostayla çalışanın ihtiyacı olan şevki sağlayamayacağın için pasif iletişim olarak kalıyor. Kaldı ki zaten herkesin farklı beklentileri ve istekleri var. Binlerce kişiyi aynı epostayla motive edemezsiniz. Olması gereken, çalışanların potansiyellerini keşfetmelerini ve ortak bir hedefe doğru ilerlemelerini sağlamaktır. Bunun için de öncelikli çift yönlü iletişimi, yani yöneticilerle karşılıklı geribildirim ortamını, 360 derece anketleri, çalışan memnuniyeti sorgulama anlayışlarını çağın gereklikliklerine göre güncelleyerek sağlamak gerekiyor. Ancak bu şekilde çalışanlar kendilerini de “işin içinde” hisseder ve ortak hedefe doğru ilerleyebilir. Katey Howard’ın son sorusu oldukça vurucuydu: “Are you a passenger, a victim or a player today?” Bunu sadece bir şirket, bir çalışan olarak değil, bence her sabah birey olarak bilinçsizce cevaplıyor ve geri kalan 24 saati o cevaba göre yaşıyoruz.
Sonraki oturumlardan birinde Yiğit Oğuz Duman’ın moderatörlüğünde, DHL’den Ayla Çetinbora, Accenture’dan Sure Köse, Hürriyet’ten Tuğba Köseoğlu vardı. DHL’de iletişimin dijital altyapı üzerinden kurulmasıyla birlikte IT’nin öneminin arttığı, genç nesil İK’cıların artık daha dijital olduğu, tüm bunlara rağmen hala devlet zorlamaları yüzünden ıslak imzalı izin formu doldurtulduğu konuşuldu. Yine de özetlemek gerekirse, bugün artık yöneticiler de çalışanlardan teknoloji konusunda destek istiyor, dolayısıyla karşılıklı ir bilgi ve tecrübe paylaşımı ortamı rahatça kurulabiliyor. 20 yıl önceki İK, daha kuralcı, daha sistematik, hiyerarşi-sever, açıklıktan uzak bir yapıyken, bugün eşitlikçi ve şeffaf, karşılıklılık ilkesiyle süreçleri taze fikirlerle ilerletiyor.
Öğleden sonraki oturumlarda sosyal medya tarafından, ajanslardan ve gazetelerden bol bol başarılı ismi dinledik. Şirketler marka olma süreçlerinde duyguları ön plana alıyorlar, çünkü az önce de yazdığım gibi eskiden daha duygulardan arındırılmış bir iş ortamı varken bugün en önemli markalar en büyük bütçeleri duygulara dokunacak reklamlara ayırıyor. Şirketler de aynen öyle. Duygularla marka yaratmak kolay değil, aksine pahalı ve zaman alan bir çalışma, bu yüzden de hala özellikle uzak duran şirketler var. Ama Pazarlama dehası Kottler’a göre, şu an geldiğimiz Pazarlama 3.0 çağı, insanlığın duygusallığa geri dönüş dönemi. Duygusuzluğun yarattığı boşluk, bir daha doldurulamayacak kadar büyük. Bu yüzden de bir kurumu kendisi yapan değerleri ortaya çıkarmak ve bunun üzerine bir marka stratejisi belirlemek, iç iletişim çalışmaları için gelinen ajansların da en heyecanlandıkları projelerden oluyor. Tam da bu yüzden sıkılsak da yorulsak da, bu vizyon-misyon meselesini es geçmeden önce o değerleri keşfetmek gerekiyor. Çünkü marka dediğiniz zaman zaten özünde yıllardan beri getirdiği o değerler var. Sosyal medya da bu noktada, cennet bahçesi de olabilir, mayın tarlası da. Bu yüzden ne zaman nasıl kullanılacağına, gelen talep ve şikayetlere nasıl dönüş yapılacağına önceden sıkı bir hazırlık ve strateji belirleme dönemi gerekiyor. Eğer markanızın DNA’sını biliyorsanız, sosyal medya cennet bahçesi olabiliyor. Yok eğer şeffaflıktan ve dürüstlükten kaçarak sosyal medyanın varlığından korkarsanız, o zaman sosyal medya sizin için bir mayın tarlası olabilir. Bu yüzden IBM’de sosyal medya guidelines’ı var, bu yüzden Eczacıbaşı’nın oryantasyon programı içinde eğlenceli bir videoyla sosyal medya kullanım rehberi var.
Daha önce PERYÖN’de de dinleme fırsatı bulduğum Talyaa Vardar bu kez, “belli aralıklarla kontrolsüzce yapılan davranış”ların tik olduğundan ve obsesiflik sınıfında değerlendirildiğinden bahsetti. Tüm gün olumlu taraflarını konuştuğumuz sosyal medyanın ve teknolojinin nasıl da tik haline geldiğinden, eskiden 5 dakika olan konstantrasyon süresinin sosyal medya yüzünden özellikle gençlerle yapılan araştırmalarda nasıl 3 dakikaya düştüğünden bahsetti. Hatta Psikoloji biliminin literatürüne bile IAD yani Internet Bağımlılığı Bozukluğu olarak girmiş. Aslında yine Peryön’de BBC’de Gazeteci olan Ben Hammersley’nin de bahsettiği gibi telefonlarımıza bakmadan duramıyoruz. Sürekli bir, “telefon mu çaldı?” “telefona bildirim mi geldi?” hissiyatı ile elimiz telefona gidip duruyor ve bu ciddi anlamda bir hastalık. Sadece herkeste olduğu için göze pek batmıyoruz, lakin toplumca, global halde hastayız ve farkında değiliz.
Velhasılı, oldukça bilgilendirici ve keyifli bir gündü. Organizasyonda emeği geçenlere, eşsiz fikirleri ile programı hazırlayarak bizleri de davet eden Fatoş Karahasan’a, organizasyon sürecinde gece gündüz maillere cevap verdiği yetmemiş gibi tüm gün ayakta durup koşturan Müge Ulusaler’e, “Dur daha yeni başladın ne bu böyle sürekli konferanslara gidiyorsun” demeden anlayışla yaklaşan sevgili yöneticime, ben ofiste değilken adaylarımdan gelen bin türlü soruya özenle yanıt veren ekip arkadaşlarıma ve bu güzel organizasyona kapılarını açan Salt Galata’ya teşekkürlerimi sunarak kapanışı yapmak isterim. 🙂