Farkında bile olmadan her gün pek çok farklı markayı temsil ediyoruz. Babamızın evindeyken uslu çocuk figürünü, bir aile ahbabının düğününde soyadımızı temsil ediyoruz. Öğrenciysek okulumuzu, çalışıyorsak ofis dışında şirketimizi temsil ediyoruz. Hatta bu yüzdendir ki bazı şirketler çalışanlarının şirket dışında da özel hayatlarında nasıl bir hayatları olduğunu bilmek ve bunu kontrol etmek ister. Bu yüzdendir ki özellikle bizim buralarda aile büyükleri açısından “etraf ne der” büyük korkudur, “aman etraf bizim aile markamızı kötü algılamasın”dır alt metinde yazanlar…
Hele bir de İnsan Kaynakları, Kurumsal İletişim, Satış gibi departmanlarda çalışıyorsanız marka temsili çok daha önemli bir hal alır. Müşterilere, rakip şirketlere, potansiyel adaylara, kısaca şirket dışında her kimle görüşüyorsanız ona karşı şirketi en “doğru” şekilde anlatabilmeniz gerekir. Algılarını yönetebilmek için sizin markanızın doğrusu neyse ona göre hareket etmeniz beklenir. Sizin marka “genç” algılanmak istiyorsa genç, kurumsal algılanmak istiyorsa kurumsal, kaliteli algılanmak istiyorsa kaliteli olduğunuzu kullandığınız sözcüklerden kıyafetinizi tamamlayan aksesuarlara kadar her noktada gösterebilmeniz gerekir.
Bu yüzdendir ki, “İK’cıyım ben, bana ne markadan pazarlamadan” demeden bu konuya eğilmek, konu hakkında yazılan hafif dozlu kitapları okumak gerektiğine inanıyorum. Benim gibi düşünenlere de Serhan Ok’un “İlk Marka Hz. Adem mi?” isimli renkli sayfaları ve akıcı diliyle keyifle okunan, ilginç anektotlarıyla bilgilendiren ve vizyon kazandıran kitabını tavsiye ediyorum.
Elma Yayınları’ndan çıkan pek çok kitap gibi bu da kolay okunuyor, 260 sayfa olmasına rağmen hızlıca bitiveriyor, bittiğindeyse pek çok şey öğretmiş oluyor. Özellikle benim gibi pazarlama yöntemleri konusunda çok bir fikri olmayan bir İK’cıysanız, şu gibi insan psikolojisine yönelik pazarlama hilelerini öğrenmiş oluyorsunuz:
“Biz insanlarda sabit önyargıyı oluşturan algılar vardır. Örneğin pek çok erkek tıraş olduktan sonra kolonya kullanır. Kolonyanın mikropları kırdığı düşünülür ve iyi bir şey yapma hissiyle yüze sürülür. Oysa kolonyanın içindeki alkol, tıraş olurken hasar görmüş ve üst tabakası yok olmuş ciltteki yağ tabakasını çözerek cilde daha fazla zarar verir. Ama gel de bunu Türk erkeğine anlat. Normalde tıraş sonrası cildi nemlendiren ve cildin onarılmasına yardım eden kremler kullanılmalıdır. Arko, çıkardığı tıraş kolonyasıyla bunun tam tersi yönde işleve sahip bir ürüne imza attı. Çok başarılı pazarlanan bir ürün, ama teknik açıdan çok yanlış bir ürün. Marka, iletişimde bir zamanlar kullandığı “Yanıyorsak aşkımızdan” mottosu ile de bu yanlış ürünü biz erkeklere çok iyi pazarladı. Erkekliği yanmakla eş tutan bizler tıraş sonrası cildimizi harap ederken bir taraftan da iyi bir şey yaptığımızı düşünüp duruyoruz. Belki onu bile düşünmüyoruz. Belki sadece tıraş olduktan sonra o küçük acıyı çekmek ve daha erkeksi hissetmek istiyoruz…” diyor Serhan Ok.
Kitapta elbette sadece bu tür örnekler yok. Yazar iyi bir marka yaratmanın 4 aşamalı bir yöntemi uygulayarak olabileceğini söylüyor. Anlamak, markalamak, parçalamak ve yönetmek olarak adlandırılan bu 4 aşamanın ayrıntılarını merak eden varsa o da bir zahmet kitabı alıp okuyarak detayları ve nasıl yapılabileceğini kendisi araştırsın. 🙂
Bu arada, bu kitabın Elma Yayınevi’nden çıkması bir tebessüm için yeterliyken bir de yazıya görsel ararken bulduğum Serhan Ok’un şu düğün davetiyesi daha bir ilgimi çekti şimdi. 🙂
12 Şubat 2014, 23:39
Reblogged this on f.m.a. and commented:
hoş bir yazı olmuş.