Sen İspanyol bir boğadan çok daha fazlasısın sevgili Ferdinand. Şu anda vizyonda animasyon olarak anlatılan hikayende aslında milyonlarca insanın hayallerinin, benliğinin ve kendini unutuşunun hikayesini anlatıyorsun. İflah olmaz bir yaşam romantiğisin belki, belki de öz olan sensin. Benim için olmak istediğim yer, bir başkası için olmaktan korktuğu yerdesin aslında…
Bugün daha önce yapmadığım bir şeyi yapacak, bir “çocuk” filminin yüreğime dokunduğu yerleri göstermeye çalışacağım. Ferdinand, bu hafta izlediğim minnoş bir animasyon film. Özetlemek gerekirse filmin konusu, matadorun karşısına çıkmak için yetiştirilen boğalardan biri olan Ferdinand’ın içine doğduğu sistemi sorgulaması ve dövüşmeyi reddetmesiyle birlikle başına gelen türlü türlü olaylar.
Özetten çıkacak olursak da bence çok daha ötesi, zira hepimizin potansiyel Ferdinand olduğuna inanıyorum. İnanıyorum ve biliyorum ki, biz bu potansiyeli gerçekleştiremiyorsak sebebi ezcümle bastırılmışlıklarımız, susturulduklarımız ve sıradanlaştırılmamızdır. Ayrıca süregelen düzenin içinde sürekli metrobüse binme yarışı misali arkadan iteklenmelerimiz, bir dondurma gibi kalıba sokulmalarımız, komşu çocuklarının örnek gösterilişiyle tektipleştirilmelerimiz ve boyun eğmeyenlerin meydanlarda sallandırılmasıyla sindirilmelerimizdir.
Eğer, dövüşçü olmak üzere dünyaya geldiyseniz, babanızın izinden giderek sıranız geldiğinde o arenaya gitmeyi iple çekmeniz bekleniyordur. Eğer tüm yaşıtlarınız daha çocukluk çağından itibaren bir rekabet içinde şampiyon olma hayalleri kuruyorsa, sizden de o hayallere kapılan tüm rakipleri yok etmeniz, yolunuza çıkan her şeyi ezip geçmeniz bekleniyordur. Eğer bir odada herkes “en iyisi benim, ben oldum, ben şöyle harikayım” diyorsa sizden de nasıl harika olduğunuzu göstermeniz bekleniyordur.
Oysa siz o odadaki, tüm bu beklentileri yıkmayı aklına koymuş kişiyseniz, başınıza geleceklere hazır olmalısınız!
Ferdinand daha çocukluğundan itibaren çiftlikteki diğer boğalardan farklıdır. Onlar dövüş antrenmanlarından keyif alırken, Ferdinand çiçekleri sulamaktan keyif alır. Yaşıtlarının tüm ısrarlarına rağmen onlarla kavga etmeyi reddeder. Babasının matadorla dövüşmek üzere çiftlikten ayrılması ve dövüşü kaybetmesiyle birlikte Ferdinand her şeyi göze alarak çiftlikten kaçar. Yoluna çıkan sevgi dolu bir evde hayatı birdenbire renklenir, sevmeyi ve sevilmeyi, paylaşmayı, kırlarda özgürce oynamayı tadar. Fakat bu güzel günler talihsiz bir olayla sekteye uğrar. Olaylar gelişir…
Filmdeki çiftlik, şu anda bu yazıyı yazarken penceremden gördüğüm iş yerlerinin aynası bence. Birbiriyle yapay hedefler üzerinden rekabete girenler, çiftliği yönetirken hep son sözü para odağıyla söyleyen insanlar, güçsüzün hep ezilirken güçlünün hep ezmesinin suni doğallığı, gergin ortamların vazgeçilmez fedakar “yatıştırıcı keçi”leri, rekabeti kaybedenin sonunun her zaman “mezbaha” olması gibi pek çok detay bana çalışma ortamlarını hatırlattı. Üstelik yakanızın rengi de fark etmiyor. Bir de çalışanlarına “mindfulness” eğitimleri aldıran ama “mindful” olduklarında “tembel” etiketini yapıştırmaktan hiç kaçınmayan zihniyetleri… Oysaki, biz tüm bu kırmızı çizgileri sorgulamaya başlayıp herkesin farklı olduğunu kabul etmeyi öğrendiğimizde zaten kendimizi de keşfedecek ve özümüzdeki “çiçekleri keyifle koklayan Ferdinand”a ulaşacağız. Çünkü ruhumuzun ihtiyacı sevmek. Bir çiçeği, doğayı, kendimizi, yaşamımızı ve insanları… Kelimeler akarken hatrıma Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağı’nda Var Bir Yılan adlı öyküsünde geçen, bir Zülfü Livaneli bestesini anımsatacak “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” geldi. Ne diyordu keçicik o çiftlikten kurtulup sevgi dolu yuvaya gittiği filmin son sahnesinde? “Sevgi bu muymuş? Sevgiyi sevdim.”
Her şeyin insanları sevmekle bittiği yerlerden kurtulup her şeyin insanları sevmekle başladığı yerlere varmalıyız. Bir çiçeğin tomurcuklandığını fark etmekten mutluluk duyacağımız, koklarken gözlerimizi kapatacak kadar bizi kendi içimize döndürecek çiçekler yetiştirmeyi önemseyeceğimiz yerlere varmalıyız. Sonra değil bugün, hemen şimdi. Çünkü yalnızlığın doldurduğu dünyada önüne çıkan her şeyi ezmen, herkesi geride bırakman ve dövüşmen gerekirken sen sen olamazsın ki, mümkün değil.
“Sevgi karın doyurmuyor”cuların karın zannettiği egoları sözlerimi yanlış anlar mı dersiniz? O halde Ferdinand’ın hikaye itibariyle ilk kez yayınlandığı 1936’da İspanya’daki iç savaş psikolojisinin de etkisiyle “propagandist” olarak nitelendirildiğini hatırlamakta fayda var. Fakat bu, bugüne gelindiğinde tüm dünyada gösterilecek bir filme dönüşmesini engelleyemedi. 😉
Benim açımdan filmin en etkileyici sahnelerinden biri, Ferdinand’ın arenaya çıkarılıp dövüşe zorlandığında etrafını çevreleyen onlarca matador ve mızrakların etkisiyle korkarak saldırmaya başladığı anda yerde gördüğü kırmızı bir karanfili koklayarak yeniden kendi özünü hatırlamasıydı. Aslında buna hepimizin ihtiyacı var; gördüğümüzde, duyduğumuzda kendi benliğimizi, yaşamımıza verdiğimiz anlamı ve hayallerimizi bize yeniden hatırlatacak işaretlere. Bazısı bunu postite yazıp masasına asar, bazısı koluna dövme yaptırır. Herkesin anımsatıcısı farklı olabilir, yaratıcılığın sonu yok.
Bu hafta boyunca, yolunuz çatallanıp da “sevgi” ve “kavga” arasında bir tercih yapmanız gerektiğinde sevginin yolundan yürümeyi seçmeniz dileğiyle…