Emily Esfahani Smith tarafından NewYorkTimes için yazılmış, benim de sevgili Sibel Güney sayesinde okuma fırsatı bulduğum yazıda oldukça ilginç noktalara değiniliyor. Okuduklarımı kendi zihin süzgecimden geçirerek ve kendi deneyimlerimle birleştirerek sizlerle de paylaşmak istedim. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Malum koronavirüs pandemisi sadece can güvenliğimizi değil aynı zamanda ruh sağlığımızı da tehlikeye atıyor. Yaklaşık 1 sene önce yazdığım ve görüntülenme oranları ortalama olan “Nasıl Kafaya Takmayız? 10 Adımda Kafaya Takmama Sanatı” başlıklı yazım Türkiye’de ilk vaka görüldüğü tarihten bu yana yani yaklaşık 3 aydır istisnasız HER GÜN en çok okunan yazı oldu. Son 30 gündür Google aramalarından gelen ziyaretçiler en çok “kafaya takmamak” yazarak gelmişler. Pandeminin varlığının ve yarattığı kaygıların zihin sağlığımızı nasıl etkilediğine dair çok sayıda araştırma yapılıyor ve onların sonuçları arasında da oldukça çarpıcı veriler var. Ancak benim için, 8 yıldır burada yazdığım 600 yazıyı ve okunma ya da arama verilerini düşününce, “kafaya takmama” konusu çok daha gerçekçi geliyor. Evet bir şeyleri kafaya takıyoruz. Bazılarımız daha çok kafaya takıyor, yemek yerken, çocuğuyla oynarken ya da kitap okurken sürekli pandemik kaygıları düşündüğünü fark ediyor. Bazılarımız ise daha kolay atlatmış görünüyor. Hayatına neredeyse normal şekilde devam ediyor, kaygıları önleme dönüştürüp sonrasını dert etmiyor gibi görünüyor. Peki bu iki grup insan arasındaki bu kocaman fark tam olarak nereden kaynaklanıyor?
ABD’lilerin yaklaşık yarısı COVID-19’un akıl sağlıklarını olumsuz etkilediğini söylüyor. (Bu araştırmanın yapıldığı dönemde vakalar henüz ABD’de görülmeye yeni başlamıştı) Yani, her 2 kişiden 1’inin daha başlangıç döneminde bile bu kadar etkilendiği bir salgın hastalıkta biz kendimizi nasıl koruyacağız? Bize veya ailemize bulaşmasa bile “ya bulaşırsa” korkusu başlı başına bir travma sebebiyken kendimizi iyi hissetmek ve hayatımıza devam edebilmek nasıl mümkün olabilecek? Bu noktada, daha önce “Zor Zamanlarda Stresten ve Kaygılardan Nasıl Uzak Kalırız?” yazı dizisinde de aktardığım rezilyans yöntemlerine ek olarak devreye çok daha temel bir konu giriyor: Anlam. Anlam söz konusu oldu mu akla önce Victor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabı geliyor ki bence herkesin ama herkesin muhakkak okuması gereken bir kitap. (Anlam konusunda bir sonraki kitap önerim İkigai’dir.) Victor Frankl, Nazi döneminde hayatta kalmayı başaran Viyanalı Yahudi bir Psikiyatrist. Çeşitli toplama kamplarında, çocuklarının ve eşinin hayatta olup olmadıklarını bilmeden geçen yıllarında kendisini ve kendisiyle aynı kaderi paylaşan arkadaşlarını uzun uzun gözlemlemiş. Kimlerin ne zaman daha güçsüz düştüğünü, kimlerin ölüme daha zor karşı koyabildiğini, kimlerin hayatta kalmak için daha fazla içsel kaynağı olduğunu analiz etmiş. Ve en sonunda edindiği tüm bu bilgiler onu tek bir kavrama yöneltmiş: Anlam. Yaşamak için kendisine bir anlam yaratanlar daha uzun süre hayatta kalmayı başarmışlar. Ve kitapta da sık sık geçen Nietzsche’nin “Yaşamak için bir nedeni olan kişi, her türlü nasıla katlanır” sözü aslında “anlam” kavramını özetliyor bence.
Her birimizin hayatında bireysel olarak zorluklar ve travmalar oluyor elbette. Ancak söz konusu hep birlikte deneyimlenen toplumsal travmalar oldu mu bu yaşananları “data”ya dönüştürmek bilim insanları için daha kolay oluyor. Benim de online olarak Pozitif Psikoloji dersini alma şansı bulduğum bu alanın en iyilerinden biri olan Barbara Fredrickson 11 Eylül sonrası bu tür bir araştırmaya liderlik etmiş. Tanıdığı hiç kimsenin ABD’de 11 Eylül’deki terör eylemlerinde ölmediği kişiler bu araştırmaya katılmışlar. Tamamı gençlerden oluşan bu katılımcılara sorular sorarak ne kadar iyi durumda oldukları incelenmiş. Çoğunluğu bu olay sonrası ciddi anlamda stresli hissettiğini söylerken bazı katılımcılar daha az depresif bulunmuş. Bu daha iyi durumda olan kişilerin olumlu olanı görmeyi başardığını tespit etmişler. Aynı zamanda sevgi ve şükran duygularını daha yoğun hissedebilen kişilermiş.
Elbette bu, onların birer Pollyanna oldukları anlamına gelmiyor. Yaşananları veya o trajediyi inkar etmiyorlar. Hatta daha az dirençli olan diğer kişiler kadar onlar da üzgün ve stresliler. Sadece, psikolojik zorluklarla baş etme konusunda diğerlerine göre daha başarılılar.
Victor Frankl bu beceriye “yaşamın olumsuz taraflarını yaratıcılıkla olumlu ya da yapıcı bir şeye dönüştürebilme kapasitesi” diyor. Son evre kanser hastalarına ölüm fikriyle baş etme amacıyla yapılan terapilerin sonucunda, en umutsuz görünen kişilerin bile bir kriz durumunda anlam bulabileceği görüldü. İnsan ölüm döşeğindeyken yaşamında anlam bulmaya çalışması fikri en başta uygunsuz görünebiliyor. Bununla birlikte aslında rezilyans tam da bu demek. En olumsuz görünen durumlarda bile psikolojik sağlamlığı koruyabilmek. Rezilyansın tek faydası psikolojik de değil. Kalp krizi geçiren hastalarla yapılan bir çalışmada, kalp krizinden birkaç hafta sonra “anlam”ı bulduğunu düşünenlerin, düşünmeyenlere göre 8 yıl sonra hayatta olma ihtimalleri daha yüksek çıkmış.
Bu noktada konunun “mutlu olmak” değil “mutlu olacak bir sebebe sahip olmak” olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bu nedenle pandemi döneminde “kafaya takmamanın” yollarından biri aynı zamanda bizleri mutlu edebileceğini de umabileceğimiz sebepler bulmak ya da yaratmak. 16 Mart’ta yani kendi karantinaya girişimin ilk gününde bir video çekmiş ve bizi aşağı çekecek haber kaynaklarından uzak durup onun yerine sevdiğimiz kişilerle telefonla konuşmanın öneminden bahsetmiştim. Detaylarını tekrar anlatıp sıkmayayım. İsteyen buradan izleyebilir. Benim bu pandemi döneminde psikolojik sağlamlığımı korumamı sağlayan en önemli eylemlerden birisi uzmanların “Ekran Yaşam Dengesi” olarak isimlendirdiği kavram. Bunu da uzun uzun şu Instagram paylaşımımda anlatmışım, oradan okunabilir. Özetle, gün içinde bize kendimizi iyi hissettiren aktiviteleri belirleyip onları artırıp bize kendimizi kötü hissettiren aktivitelerin süresini mümkün olduğunca azaltmak önemli. Ki bu noktada seçimler devreye giriyor. Verdiğimiz her karar aslında bizim kendimizi nasıl hissedeceğimiz konusunda belirleyici etkenlerden birine denk geliyor.
Elbette her zaman iyi hissetmek anlık iyi hissetmeler demek değildir. Örneğin, saatlerce ayaklarımı uzatıp Survivor izlemek o an bana kendimi iyi hissettiriyor olabilir, çünkü konfor alanının tatlı çekimine kapılmış olabilirim. Ancak aslında çaba gerektiren bir eylem olan gönüllülük, sivil toplum kuruluşları veya farklı aracılarla ihtiyacı olan kişiler için bir şey yapmak uzun vadede kişilere en anlamlı gelen eylemlerden biri. Zamanınızı ve emeğinizi gerektiren ancak dünyada en çok kişiye iyi hissettiren bir eylem; paylaşmak. Bu konuyla ilgili okumak isterseniz Mutlu Para kitabını öneririm. Kendinden daha büyük bir şeyin parçası olduğunu hissettiren, ilham veren, yaşam enerjisi katan ve ruhu zenginleştiren bir eylem paylaşmak. Bu nedenle eylemlerimizi bilinçlice seçmenin önemli olduğunu hem kendime hem sizlere bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Uzun vadede iyi hissettirecek, uzun vadede yaşamımızı anlamlı kılacak işler yapmak her birimizin en azından günün bir kısmını ayıracağımız bir iş olsun derim.
Sonuna kadar okuduğunuz için teşekkürler. Bu kadar uzun olmasını ben de beklemiyordum. Yine yazdıkça yazmışım. Umarım “kafaya takan” kişilerin kafaya neyi takıp neyi takmayacağını seçmesine bir nebze de olsa katkım olur.
Sevgi ve sağlık dilerim.