Şimdiden söyleyeyim bu bir Berlin yazısı olacak. Hissediyorum, bi’ de bol üç nokta içerecek. Zira hislerimi bilmiyorum, sesli düşündüğümde üç noktalar bırakmaz beni… 5 aydır bu şehri çözmeye çalışıyorum, her gün yine şaşırtıyor her ne kadar alışsan da, her gün tekrar nefret edip tekrar aşık olabiliyorsun “duvar”larına da yollarına da ruhuna da…
“Sen mi beni yenecen, ben mi seni Berlin?!” diyemezsin mesela, savaşmaz çünkü seninle. “Gözlerimi kapatıp dinliyorum” da olmaz, sesi yoktur gözlerini dört açman lazım tanımak için. Candan Erçetin’den “Bu şehir insana tuzak kuruyor” da diyemezsin; düzdür açıksözlüdür, tuzak kurmaz zaten. (bazılarımızı “uzak kıldığı” doğrudur evet, ama yakın kıldığı uzaklarla kıyaslayınca belki dengelenebilir.)
Şehirlerin de karakteristikleri varsa insanlar gibi… Ve bazı insomnia hastaları varsa uyuyamayan 24 saat boyunca, ve bazıları varsa “etraf”ı umursamayan, nasıl göründüğünü önemsemeyen, “beni seven böyle sevsin” mottosunu benimseyen… Berlin işte onların şehir versiyonudur…
Ve eğer bir gün yolun düşerse bu şehre;
- Metroda koridora uzanıp uyuyan adama şaşırma!
- En işlek sokakları gündüz vakti tuvalet olarak kullanan insanlara şaşırma!
- Bir pazartesi sabahı saat 9’da elindeki birasını yudumlayarak ofisine doğru yürüyen kadına şaşırma!
- Avrupa’nın ortasında tarihi olmayan bir şehir olmasına şaşırma! (İkinci dünya savaşı bittiğinde Berlin’in %70’i bombardımana uğramış haldeyken bir de Sovyetler karadan dağıtmış, üzerine bi’ de ortasından duvar geçirmişler. Haliyle geriye pek bir şey kalmamış, bir şehir yeniden kurulmuş. Ama teknolojik ve yeni binalar göreceğini de sanma şimdi, onu da bulamazsın.)
- “Burası Almanya, o zaman en çok Alman vardır ortalıkta” deme! Burası Berlin, diğer bir deyişle; little Turkey, ek olarak bolca Rus, İspanyol ve İtalyan… 🙂
- Makyaj yapmayı unutan, sabahları ilk bulduğunu üzerine geçirip işe gitmeye başlayan kendine de şaşırma!
- Ne yaparsan yap, anlamaya ya da tanımlamaya çalışma! Sadece kabul et usulca; başka hiçbir şehre, ülkeye benzemez burası. Ve tek kelimeye sığdıramazsın, sözlüklerde bulamazsın karşılığını…
Bir cuma akşamı olabilecek en enternasyonel ortamlardan birinde başka bir şehirden okumaya Berlin’e gelen Alman arkadaşım üzerindeki taytı ters giydiğini fark etti (hani içeride olması gereken dikişler bildiğin kabak gibi ortada) ve sonra “amaaan Berlin’deyiz nasılsa” diyerek geceye devam etti, ki eminim kimse de yadırgamamıştır.
Neden mi yazıyorum bunları? Çünkü kafamı karıştırıyor, aklımı çeliyor, kendime yabancılaştırıyor beni. 5 ay önce sorsalar ben “hızlı uyum sağlayan bir bukalemun”dum kendi gözümde. Ne de olsa baba mesleği diye Türkiye’nin tuhaf yerlerinde hayatta kalabilmek için gerekli uyum sağlama becerisini kazanmıştım daha çocuklukta. Farklı kültürler tanımayı çok severdim, çok da kolay adapte olurdum. Şehirlere ve kültürlere, haliyle ortamlara da hemen ısınır, oranın ruhuna eşleyebilirdim kendi ruhumu. Ta ki…
Berlin’in beni dışladığı güne kadar… Açık açık dedi “sen buraya ait değilsin”…
Yaklaşık 2 yıldır başka bir Avrupa başkentinde yaşayan ve beni ziyarete gelen arkadaşımla “Avrupa’nın en iyi gece kulübü” denilen bir yere gitmek istedik. Dediler ki, herkesi almazlar oraya. Bizim bildiğimiz “herkesin alınmadığı gece kulüpleri” Porsche’un yoksa, çok şık ve yeterince celebrity değilsen alınmadığın tarzda yerlermiş hep o güne kadar.
O gün dediler ki “fazla düzgünsünüz, biraz bohem olmalısınız”. Berlin’i tek kelimeyle tanımla deseler çoğu “bohem” der zaten. (Ki hemen arkasından “ama”lar da gelecektir.) Bohem olmanın zor olduğunuysa hiç düşünemezdim daha önce. Neticede rahat olmak, fazla düşünmemektir bohemlik bana göre. Biz öyle sanmışız meğerse ve boşuna saatlerce kafa yorup hazırlanmışız “bohem nasıl oluruz” diye diye. Neticede olamadık zaten, mekanın kapısındaki “cool ve bohem abiler” bir an bile düşünmeden “Nein Nein!”ı bastılar ve tıpış tıpış döndürdüler bizi evimize.
Ondan sonra hangi Berlinliye söylesek oldukça doğal karşıladı bu durumu, “Helal süt emmiş temiz aile kızı” görünümü ilk bakışta okunuyormuş yüzlerimizden, ne yapsak olamazmışız biz bohem… İlk anda istediği oyuncağa sahip olamayan çocuk misali “Boncuk benim olucak binicem üstüne vurucam kırbacı” hırsıyla göremedik de, sonradan düşününce anladık. Fazla düzgünüz biz. Çünkü hep “düzgün olmaya” odaklanmış, odaklatılmışız. Onun babası doktor, benimki subay. Türkiye’nin ilk %1’lik “inek/zeki” dilimiyle geçirmişiz yıllarımızı. 25 yıl hep “fırfırlı çorap ve kurdeleli saç tokası”yken bir gecede “rastalı saç ve kirli kıyafet”e geçiş yapamıyor oluşumuz normal tabii…
İşte kendimi uyum sağlama gurusu bir bukalemun sanırken özgüvenimin yerlere düştüğü nokta, bu aydınlanmayı yaşadığım ana tekabül eder tam olarak!
Hani mülakatlarda sıkça sorulur ya “yeni ortamlara uyum sağlarken zorlanır mısınız?” diye. Bana sorulduğu kadar ben sormamışımdır ama bugüne kadar verdiğim “evet tabüü kü de, lisede 4 ayrı okula gittim hiç de bi sıkıntı yaşamadım mesela, tam bir bukelamunumdur hıh.” cevabım şu andan itibaren “yok arkadaş uyum muyum hak getire, yeni ortamların problem çocuğuyumdur!” olarak değişmiştir, böyle biline!! Dedim ya, özgüvenimi yitirdim.
Twitter’da bolca dolaşan “çocuklarınıza şöyle olmayı değil böyle olmayı öğretin” sözleri var ya, bi tane de benden gelsin o halde:
Çocuklarınıza “düzgün” olmayı değil, uyum sağlamayı öğretin, gerektiğinde düzgün olmayabileceklerini öğretin ki yargılanma korkusunu iliklerinde hissetmek yerine yargılamadan yaşayabilenlerden olsunlar.
Duvarda da yazdığı gibi “I put my faith in you, Berlin”
Ve benim de bir gün bu şehre olan aşk-nefret hislerimi tanımlayabilmem dileğiyle…